
Nazım Hikmet 61 yıllık hayatına 1902’de Selanik’te, toplam 17 yıllık mahpusluk hayatınaysa 1928’de Hopa’da başladı.
Aslında daha önce yargılanıp ceza almıştı. 1925’te Ankara İstiklal Mahkemesi’nde, “komünistlik teşkilatlanması ve propagandası yapmak suretiyle hükümet şeklini değiştirmek” suçundan İstiklal Mahkemesi’nde Nazım Hikmet de gıyabında yargılanmış, 15 yıl kürek cezasına çarptırılmıştı. Başka bir davadan da 3 ay hüküm giymişti.
Aranıyordu. Sovyetler Birliği’ne kaçmayı başardı. Hükümet 1926’da Ceza Yasası’nı değiştirdi, böylece 15 yıllık ceza, bir yıl hapis cezasına düşmüş oldu.
Nazım, sonrasını 5 Ekim 1928 tarihli Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında şöyle anlatıyor:
“Buradaki gıyabi mahkumiyetlerimi temize çıkarmak için geldim. Memlekete hareketten önce resmen sefarete müracaat ettim. Bir buçuk sene bekledim. Hiçbir cevap çıkmadı. Bunun üzerine herçibadabad gelmeye karar verdim. Hopa’da bizi yakaladılar…”
Nazım yalnız değildi, “Laz” İsmail’le (Bilen) beraberdi. Sonradan Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri olacak olan İsmail Laz değildi, sonraki yıllarda, bu lakabı kendisine polisin taktığını söylemişti; Hemşinliydi (Çamlıhemşin’den).
Nazım, 1923’ten beri TKP üyesiydi. O da, İsmail de, aslında, TKP’nin yurt dışındaki partililerin yurda dönmesi kararı uyarınca hareket etmişlerdi. Bu karardan muhtemelen devlet de haberdardı.
Peki nasıl yakalandılar?
Nazım ile İsmail 1928 Temmuz sonunda Sovyetler Birliği/Gürcistan sınırından kaçak olarak girdi Türkiye’ye.
Büyük ihtimalle Borçka’ya bağlı Maçahel’den sınırı geçtiler. Burası tam sınırın dibindedir, geçmek işten değildir. Zamanımızda bile, yolların kapandığı kışın özellikle, hamile kadınların, doğum sancıları tuttuğunda, sınırın öte yanından Batum’a indirildiğine dair haberleri görmüşsünüzdür.
Kaçaklar buradan Borçka’ya varıp, Murgul’a doğru devam ettiler. Bugün bile kullanılabilecek bir güzergâh.
Murgul ilçesine varmadan, muhtemelen Başköy üzerinden Arhavi’nin köylerine doğru indiler. Bu köylerden birinde belki birkaç gün saklandılar, bilemiyoruz. Bu yönde bir söylenti var, ama video çekimi için Esra Yalçınalp’le Nazım’ın yakalanış hikâyesinin izini sürerken, bu söylentiyi doğrulayabilecek sağlam bir bilgiye ulaşamadık.
O köyleri Hopa’nın sahildeki iki köyüne bağlayan patikalar var. Bunlardan birine girdiler ve Hopa’nın Peronit (Çamlıköy) köyüne indiler.
Peronit, bugünkü sahil yolunda Hopa’nın dört kilometre batısında bir kıyı köyü. Daha doğrusu, camisi, bakkalı, kahvehanesi kıyıda; evler, bütün doğu Karadeniz’de olduğu gibi, kendi bahçeleri içinde dağınık halde. O zamanlar sahilden yol olmadığı için patikalardan sağlanıyordu ulaşım.
Kıyı yerleşimleri arasında da deniz yoluyla. Hopa’yla Peronit arasında, denizin kabarık olmadığı zamanlarda, bir sahil patikası da kullanılıyordu. Rusların işgal sırasında yaptıkları karayolu ise iç kesimden geçiyordu; benim çocukluğumda, 1960’larda, hatta kimi kesimlerde 1970’lerde de kullanılıyordu, bazı bölümleri hala kullanılıyor.
Nazım’la İsmail’in amacı Hopa’ya ulaşmak, oradan vapurla İstanbul’a geçmekti. Hopa-İstanbul arasında haftada iki vapur seferi vardı.
Yürüyerek Peronit’e vardıklarında, önünde gösterişli iki ıhlamur ağacı salınan kahvehaneye yöneldiler, Piroğlu Mustafa’nın kahvehanesine. Tek katlı, üçgen çatılı, kara taştan bir yapıydı bu. Nazım’la İsmail biraz dinlenecek, Temmuz sıcağından ıhlamurların, kahvehanenin serinliğine sığınıp nefesleneceklerdi.
“İyi ve temiz giyimli” yabancılar, “Kahve var mı?” diye sordu.
Peronitliler, “Buyrun”, diye karşıladılar, “kahve de var, çay da var.”
Başladı böylece kahve muhabbeti. Muhabbete katılanlardan biri Sabri Çiçek’ti, bu yakalanma hikayesini de bana o anlatmıştı. Sabri Çiçek’i bulmam hiç zor olmamıştı, annemin dayısıydı.
Peronit’teki iki katlı o evde çocukluğumuzun en tatlı zamanlarından bazılarını geçirdik, 1960’larda Hopa’da yaşarken. En azından ortaokuldan, Nazım şiirlerini okumaya başladığımdan beri de Sabri Dayı’nın Nâzım Hikmet’i yakalatan adam olduğunu biliyordum, annem anlatmıştı.
Yıllar geçti, hikayeyi Sabri Dayı’nın ağzından dinlemek için 1993’te Peronit’teki eve gittim. Sabri dayı 90’ına merdiven dayamıştı. Kafası zehir gibi çalışıyordu. Günlük gazeteleri takip ediyordu, Türkiye ve dünya meseleleriyle ilgili görüşlerini anlatıyordu.
İstanbul’a döndüğümde bir gün Aktüel dergisine uğramıştım, iki samimi arkadaşım orada çalışıyordu. Nazım’ın Hopa’da yakalanışından bahsettim. İlgilendiler tabii. Notlarımdan bir muhabir arkadaşa aktardım,
Nazım Hikmet’in hayatıyla ilgili bu değerli hikaye iki arkadaşın imzasıyla Aktüel’de yayınlandı. Gelgelelim, yazıda yanlışlar vardı, eksikler vardı…
Nazım’la İsmail Bilen’in Hopa macerasıyla ilgili ortalıkta dolaşan bilgilerin tek kaynağı işte benim yaptığım ama benim yazmadığım o röportajdır.
Bu benim notlarıma Aktüel dramatize edici bazı “katkılar” yapmıştı. Aktüel’in yaptığı yetmemiş olacak ki, diyalog “katkıları”yla röportajı zenginleştiren bir yazı da çıktı Bir Yaşam dergisinde. Dolayısıyla, hikayeyi bana anlatılan haliyle anlatmak boynumun borcu.
KAYNAK: BBC TÜRKÇE